Yazıya, İsmet Özel’in, “Şimdi Türkiye'ye bakın: Rezalet ortada, ama kimsenin rezil olduğu yok. Kepazelik diz boyu, yine de kimse kepaze edilemiyor.” ve Murathan Mungan’ın, “Hafızaların 24 saate ayarlı olduğu bu ülkede isteseniz de rezil olamazsınız.” alıntıları ile başlamak en doğrusu olacaktı, çünkü içinden geçtiğimiz bu günleri tanımlayacak daha net cümleler bulamıyorum.
Nasılsın diye sorana, “Memleket gibi.” derdik, öyle bir yanıt da yok artık havsalamda. Memleketin bu hali gibi olacaksak ölelim daha iyi çünkü.
Kaç gündür neler okuyor, nelerin uzaktan tanığı oluyoruz biz böyle…
Her yeni bilgi, o klişe haber başlıklarında olduğu gibi gerçekten kanımızı donduruyor.
Okudukça kanım çekiliyor, yaşayan nasıl bir psikolojidedir tahmin bile edemiyorum, tahmin etmeye çalıştıkça da tek hissettiğim şey şiddetli baş ağrısı.
Yıl 2011.
Kayseri’de gazetecilik yapıyorum.
Talas ilçesinde, Türkiye’nin ‘şeker bayramında kaçırılan çocuklar’ diye bildiği o talihsiz olay meydana geldi.
O zamanlar yerel bir gazetede çalışıyordum, bizzat asayiş takip etmediğim için duruşma salonunda bulunmadım ama mahalleli ile röportaja gittiğimde sapıklığın boyutunu çok net anlamıştım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi. Olay kendi memleketinde vuku bulunca, Konya’dan özel bir ekip getirildi ve gerçekler beklenenden daha kısa sürede ortaya çıktı.
Çocukları önce istismar edip sonra canlarına kıyan, sonra da sözüm ona pişman olup gömdüğü yerde her perşembe başlarına giderek Yasin-i Şerif okuyan sapığın ifadeleri gazetelerde boy boy yer aldı.
Erkek gazetecilerden –bazıları kız babası idi üstelik- nefret ettiğimi hatırlıyorum. O ifadeleri, tek bir kelimesini bile sansürlemeden çarşaf çarşaf nasıl yayınladıklarına hayret ettiğimi de…
Mesleğim bu olmasına rağmen çoğu yerini atlayarak okuma çalışmıştım. Belki duruşma salonunda bizzat bulunsaydım, okuduğum esnadaki kadar etkilenmeyebilirdim –nasılsa iş başında iken mesleki deformasyon diye bir şey yaşıyorsunuz-.
Sokakta hava kararmaya yakın kız çocuğu görsem alıp tek tek evlerine götüresim geliyordu, bir de bu duyguyu hatırlıyorum o günlere dair…
İşte, 6 yaşındaki H.K.G.’nin sosyal medyada çarşaf çarşaf dolaşan ifadelerine maruz kalmak, 2011’deki o ifadeleri okuduğumda hissettiklerim ne ise aynılarını yaşattı bana.
2011 yılında Twitter kullanıcısı bu denli yoğun değildi. Geleneksel gazetecilik özellikle taşra için halen daha geçer akçeydi. Dolayısıyla gazeteyi açıp okumaz, televizyonu izlemez iseniz çok da haberdar olmama şansınız oluyordu bu tür olaylardan.
Ama şimdi öyle değil, sosyal medyada bir paylaşımdan kaçınsanız başka paylaşımda karşınıza çıkıyor H.K.G.’nin ifadeleri.
Yaşanan olayın fenalığını, çirkinliğini, rezilliğini, kepazeliğini –daha ne şekilde tarif edeceğimi karıştırdım- tartışacak falan değilim.
Ancak toplum ruh sağlığını alaşağı eden bu paylaşımların bu denli pervasızca ortalıkta dolaşmasını hiçbir şekilde doğru bulmuyorum.
Paylaşanların hepsi gazeteci değil.
Gazeteci olup da paylaşanları ise, gazetecilik etik ilkeleri ile asla bağdaşmayan bu tutumlarından dolayı ne kadar kınanabilirse o kadar kınıyorum (Basın Meslek İlkelerinin 2 ve 7’nci maddelerinin de bu konuyla ilgili olduğunu belirtmeliyim).
Evet, kol kırılıp yen içinde kalmasın, bu tür olaylar artık karanlık deliklerinden çıksın ve gerçekle yüzleşsin bu toplum. Ancak zaten 6 yaşında bir kız çocuğunun istismara uğradığını, bunun aile içinde yıllarca saklı kaldığını bilmek yeterince yaralayıcı, yeterince can yakıcı.
Bütün bunların üzerine çarşaf çarşaf, en ince ayrıntısına kadar ifadeleri yayınlamanın/yaymanın sonucu, pornografiyi çoğaltmaktan ve erişilir kılmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Yapılan bazı araştırmalar gösteriyor ki, cinsel içeriklere kolay erişmek, merak duygusunu ve dürtüselliği tetikliyor. Dolaylı olarak da olsa cinsel sapkınlıkları artırıyor.
Hani bir ara hırsızlıkla ilgili televizyon haberlerinde, hırsızlık suçunun nasıl işlendiği en ince ayrıntısına kadar anlatılıyordu da, aynı şekilde işlenen hırsızlık suçları artmıştı ya, işte onun gibi bir şey…
İletişim de bir bilim nihayetinde. Bütün bu bilimsel veriler ışığında, hem toplum ruh sağlığı açısından hem gazetecilik etik ilkeleri bakımından hem de yeterince rencide olmuş bir kadına saygı duyulması gerektiği için bu tür içerikleri pervasızca yayanlar/yayınlayanlar hakkında basın meslek örgütlerini tepki göstermeye, yetkilileri ise gerekli cezai yaptırımların uygulanması amacıyla göreve davet ediyor ve soruyorum; H.K.G.’nin ifadelerini çarşaf çarşaf en ince ayrıntısıyla yayınlamak etik olmamanın yanı sıra suç değil mi?
- Fail ve failler de yapılmaması gerekeni yapmış, paylaşanlar da aynısını yapıyor.
- Fail ve failler de vicdanı incitmiş, paylaşanlar da aynısına neden oluyor.
- Fail ve failler de toplum ruh sağlığını olumsuz etkiliyor, paylaşanlar da…
H.K.G. davasının Türkiye için önemli ikinci boyutu da, ilk kez Türkiye’de çocuk evliliklerinde yaş konusunu bu kadar aşağı çekilmiş ve bunun üzerine tartışma yürütülür duruma gelinmiştir. Bir konu üzerine tartışma yürütülüyorsa o konu düşünülüyor, o düşünceler temellendiriliyor, yeni düşünceler ortaya atılıyor demektir. Daha önce de tartışmalar olmuyor değildi; 14 yaşı duyduk, sonra bir ara 9 yaşı duyduğumuzu hatırlıyorum. Ancak bu davada Türkiye’de ilk kez 6 gibi küçük bir yaş dillendirilmiş, dillendirilmemekle kalmayıp üzerine tartışma yürütülür hale gelmiştir. Bunun tartışılacak bir yanı yoktur, olamaz, olmamalı...
İnanan ya da inanmayan, vicdanı olan herkesi inciten bu tartışmaları yapmak da, topluma karşı işlenen bir suçtur. Ulu orta yaş tartışması yapanlarla ilgili de yaptırım uygulanmalıdır.
Bu yaptırım sadece ‘sansürlenmekle’ de kalmamalıdır. Nitekim bu ‘sansür’ diye nitelenemez.