Hatay’a geçmeden önce Kahramanmaraş’ın gecesinden bahsedeyim.
Gece yola çıkmadan önce şehrin sokaklarında çekim yapıyoruz.
Büyükşehir Belediyesinin bulunduğu Hayrullah Mahallesinde iken kendimi sanki bir distopya filminin sahnesinde hissettim.
Karanlık bir yandan, siren sesleri bir yandan, sürekli yanıp sönen kırmızı ışıklar, merkezi ısıtma sisteminden dolayı enkaza uğramış binalardan çıkan dumanlar, sokaklarda yatan insanlar...
Döndükten sonra da film sahnesinin içinden geçtiğimi düşündüm uzun süre, rüya hissi...
Bir binanın önünde çekim yaparken arka üstü yere yapıştım. Bir amca koştu geldi, nasıl olduğumu sordu. Sonra kendiliğinden anlatmaya başladı. Oğlu ile gelini enkaz altında kalmış, belki sağ çıkarlar dedim. “Bu saatten sonra olmaz.” dedi. Kendisi de enkazın önünde arabanın içinde bekliyormuş. Kendi kendine her şeyi gözlerimin içine baka baka anlattı ama sanki beni görmüyordu da, ezberindekileri söylüyordu.
Röportaj yaptığımız, enkaz başında yakınlarını bekleyen herkeste gördüğüm ifade tam olarak buydu.
Gece Kahramanmaraş’tan Hatay’a geçmek için yola çıktık. Normalde uzun mesafeler değil ama yollar çok tıkalı
Nitekim Hatay’a geçmek kolay olmadı.
Belen’den sonra yıkıntılar da trafik sıkışıklığı da başladı; Hatay girişinde 10 kilometre yolu 2 saatte aşamadık.
Asi Nehri boyunca ilerlerken anladık ki, nehrin Batı yakasında yolun üzerine evler devrilince yol kapanmış, geliş yolunu gidiş ve gelişe açmışlar mecburen.
İnsani yardım ekiplerinden gelenler yolu açmak için jandarma ve polise yardımcı oluyordu. Biri su istedi, konuşmakta güçlük çekiyordu artık susuzluktan.
Hatay, Kahramanmaraş’tan daha kötü. Yıkılmayan bina tek tük, onlar da hasarlı.
Ne hikmetse orada da Belediyenin bulunduğu mahalle ile alışveriş merkezi etrafındaki bloklarda durum daha vahim. Kahramanmaraş’ta da aynı idi. Ve denizi olmayan Kahramanmaraş’ta o bloklardaki dairelerin tanesi, 3 milyona satılmış.
Hatay’da bir noktadan bir noktaya araçla ulaşmak imkansız, herkes yürüyor. Kahramanmaraş bu açıdan da nispeten daha iyiydi.
Belediyeye gitmeden önce arama kurtarma ekiplerinin olduğu alana yönelip birkaç röportaj yaptık. İHH’dan Özgür Bey, 102 saat sonra enkaz altından bir insanı sağ kurtaran ekipte imiş, gözyaşlarını tutamadı anlatırken.
Bir hanımefendi, medikal ihtiyacını anlatmak istedi mikrofona.
Uzun yıllar sokak röportajı yaptım. Konuşmaya hazır böyle bir kitle görmedim. İnsanlar anlatmak istiyor. Ki, biz henüz yayın hayatına yeni başlayan ve hatta test yayınında olan bir web TV’yiz. Ona rağmen mikrofonumuzu gören herkes anlatma derdinde idi.
Sokakta Adana’dan gazeteci meslektaşıma rastlıyorum. Adana’dan sonra diğer illerin durumuna bakmaya gelmişler. Gazeteciler her yerde ama yüzlerinde şaşkın bir ifade var.
Sonra Belediyenin bulunduğu bölgeye gittik. Enkaz üstüne enkaz. Bir kadın kafasını ellerinin arasına almış yerde oturuyordu. Yaptığımın yanlış olduğunu bilerek ama kendimi de tutamayarak deklanşöre bastım. Bastığım gibi, “Yeter” diye bağırdı; “Yeter artık çekip gidiyorsunuz, kaç gündür buradayız enkazın başına bir Allah’ın kulu gelmiyor.” Özür dileyip yanına gittim, bu kez de “Dokunma” diye bağırdı. Haklıydı... Yanındaki beyefendi, iş makinesinin ve ekibin gelmediğini söyledi. Kimsenin kendileri ile ilgilenmediğini de.
Aslında ekiplerin de işi zor. Dinleme yapıp sağ kalım ihtimali olan enkazlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar, çünkü alet edavat yetersiz.
Bu arada şu bilgiyi de vermeliyim; ekran başında izlerken ben de iş makineleri neden enkaza müdahale etmiyor diye sinir oluyordum. Ancak iş makinesi yetersizliğinin yanı sıra şöyle bir gerçek var, ekipler önce enkazlarda dinleme yapıyor. Eğer ses var ise oralara iş makinesi girmiyor. İğne ile kuyu kazar gibi bir arama faaliyeti başlıyor. Koca koca kalaslar, beton yığınları, onların altında bir mücadeleden bahsediyorum. Ekran başında izlediğiniz “mucize haberleri” işte o mücadelenin sonucu.
Beyefendiye konuşurlarsa canlı yayın açacağımı söyledim. Çünkü normalde olsa konuşmaktan çekinir vatandaş. Konuşuruz deyince yayını açtık. Bir teyze 3 saat sonra yakınlarının yardımı ile enkazdan çıkmış, çocukları da ekip gelmediğini söyledikleri bu Övünç Apartmanının enkazı altında imiş. Sonra, çocukları için bekleyen iki başka amca konuştu. Biri, “Keşke Fransız bizi alsaydı.” dedi, 1. Dünya Savaşından sonra Fransızların işgali altında kalan Hatay’a vurgu yaparak, işte o söz çok dokundu bana. Çaresizlikle beklemek çok zor...
Biz yayını kapattıktan sonra polis röportaj yaptığımız vatandaşların yanına geldi. Sonra enkazdan çıkan teyze ile eşi röportaj yaptığımız için ekip gönderdiklerini söyleyip teşekkür etti, ancak bu sefer de gelen iş makinesinin zinciri kırılmış.
Hemen yanındaki Lider Apartmanında enkaz altından sağ çıkarılanları çekmeye koyulduk bu kez. Bir, iki derken 4 kişi sağ çıktı. Fatma Teyze’nin gelini ile torunları imiş çıkanlar. En son oğlunu bekliyordu. Antalya Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Ekibi ile Zonguldak Taş Kömürü Gelik İşletmesinden ekipler çalışıyordu Lider Apartmanında. Madencilerin arama kurtarma çalışmalarında etkisi çok büyük. Çünkü tosta dönmüş binalarda ses duyulduğu zaman arama kurtarma ekipleri için koridor açmak onların işi.
Bir madenciye madende mi yoksa burada mı çalışmanın zor olduğunu sordum. Madende daha geniş alanlarda çalıştıklarını, enkazda ise 30 santimetre alanda bile çalışmak zorunda kaldıklarını anlattı. Enkazda çalışmak daha zor dedi. Aralarında 23 yaşında bir madenci vardı, ekip amiri sağ kurtarma operasyonunu anlatırken gözleri parıldıyordu, hafiften de gülümsüyordu. Çok duygusal anlar yaşadıklarını söyledi sonra.
Lider Apartmanı önündeki bekleyişimiz 6 saati buldu. Akşam bastırdı. Ateşler yanmaya başladı. Fatma Teyze’ye de arama kurtarmacılar ateş yaktı. Birlikte beklerken sohbet ettik biraz. Eşi geldi bir ara, poşetten çıkardığı kabanı ona giydirdi. Arama kurtarma ekipleri ise halâ ses duymaya çalışıyordu.
Zaten enkaz sahalarında en fazla iki ses duyuluyor; “Sessizlik” ve “Devam”. Eğer ekipler enkaz altından bir ses işitirse sessizlik komutu veriyor, o esnada tüm iş makineleri çalışmayı durduruyor, herkes olduğu yerde zıpkın gibi kalıyor. O kadar kalabalık bir anda susuyor. Ne kadar zor bir şey olduğunu tahmin edersiniz ama herkes o mucize için o anda tek yürek susuyor. Ekipler dinleme yaparken bu kez şunları duyuyoruz. “Eğer sesimi duyuyorsan üç kere duvara vur.” Ondan sonra yer tespiti yapılıyor ve bu kez de “Devam” komutu veriliyor.
Ondan sonra ekipler o sese ulaşmaya çalışıyor. Sonra birden ambulans, battaniye ve sedye isteniyor. İkinci bir komuttan sonra herkes enkaz önünde birbirinin ellerini tutarak karşılıklı bir koridor oluşturuyor. Sonra da battaniyeye sarılarak sedyeye bindirilen depremzede eller üzerinde ambulansa kadar taşınarak sağlık alanına sevk ediliyor.
Peki ondan sonra ne oluyor? Bizim mucize diye verdiğimiz o haberlerde, sağlık ekiplerinden edindiğim bilgilere göre, sağ kalmak çoğunlukla sadece nefes alıp vermekle eş değer. Çünkü sağ kalanlarda çoklu organ yetmezliği ve uzuv kayıpları çok fazla.
Fatma Teyze’nin oğlu ile ilgili çalışmanın sabaha kadar sürebileceğini öğrendikten sonra Hatay’dan ayrılmaya karar veriyoruz. Ayrılmadan önce sokakları arşınladık.
Sokaklar çöp yığını. Tuvalet yok. Konya ve Karatay Belediyelerinden gelen seyyar tuvaletlerin başında sıra oluşmuş.
Hatay’da, “Keşke bizi Fransız alsaydı.” diyen amcadan sonra duyduğum, “Kızım burada tuvalet yok, bunu duyurun. Affedersiniz ama tuvaletimiz gelmesin diye çok bir şey yemiyoruz.” sözü de çok dokunmuştu içime.
Enkazlar kaldırılacak ama bundan sonra daha büyük sorunlarımız var diye düşünüyorum. Her şeyden önce salgın hastalık riski. Bu çerçöp Ankara’ya kadar devam etti. Hiçbir benzin istasyonuna girilemiyor. Sırayı aşsanız bu kez de tuvaletler berbat ötesi, sabun kalmamış çoğu yerde ve buna işletmelerin yetişmesi de mümkün değil.
O salgın her ne ise 10 ilde de kalmıyor. Gerek bölgeden giden oranın yerli halkı, gerekse bizler gibi görevli ya da gönüllü gidenler taşıyıcı olabilir. Öte yandan, çöp atmak da normalleşmiş.
Sadece bu mu? Özellikle Hatay’da artık yaşam kurmak çok zor görünüyor. İnsanlar başka şehirlere göç ediyor, onların tekrar yaşama tutunması, o şehirlerin tekrar ayağa kaldırılması, aksayan eğitim, giden milli servet...
1.Dünya Savaşında Fransızlar tarafından işgal edilen, 29 Haziran 1939 günü Hatay Devleti Millet Meclisinin aldığı karar gereği Türkiye'ye katılan Hatay’ın durumu ayrı değerlendirilmeli.
Sadece bu da değil, bu depremden bir ders almış olarak yola devam etmek gerekiyor. Uzmanlar bundan birkaç ay önce Kahramanmaraş’ta olası depreme işaret ediyordu. Şimdi de Bingöl ve İstanbul depremine işaret ediyorlar. Peki, Bingöl ve İstanbul’da binaların durumu nedir? İvedilikle hazırlıklar başlamalı.
Kahramanmaraş merkezli depremlerin bile memleketi nasıl etkilediği düşünülürse, İstanbul’u düşünemiyorum bile. Fatih, İstanbul’u depremde harap olsun diye fethetmemiştir herhalde.
Hatay’da çok duyduğumuz “Devam” komutu gibi hayat “devam” ediyor, şimdi vah tüh zamanı değil, asıl iş bundan sonra.
Herkes kendi misyonu üzere bir şey yapmalı.
Ekran başında saatlerce enkaz görüntüsü izleyip ah vah etme zamanı hiç değil.
Hiçbir şey yapamayan, yardım kuruluşlarının kapısına gitmeli.
Şimdi “yakınma değil yekinme*” zamanı.
*Çok sevdiğim bu söz, Türkiye’nin önemli iş insanlarından Mehmet Kemal Dedeman’a aittir. 1967 yılında Dedeman oteller zincirini kuran Dedeman, madencilik ve inşaat sektöründe de çok büyük atılımlar yapmış, birkaç gazete röportajında, ticaret hayatındaki başarısının sırrını, zaman zaman batışlar yaşasa da, yakınmadan yekindiğine bağlamıştır. Yekinmek, bir şey yapmaya davranmak anlamına gelir. Mehmet Kemal Dedeman da, yakınmayı tercih etmeden, her defasında tekrar çalışmaya koyularak başarıyı yakaladığını ifade etmiştir. Zaten, başarıyı yakalayan insanların yaşamlarına bakıldığında, hepsinin ortak yönünün vazgeçmemek olduğu görülmektedir. O yüzden, haydi Türkiye, şimdi yakınma değil yekinme zamanı…