Ortaokulda matematik öğretmenim kendisini dinlemediğimiz, gürültü yaptığımız ve ders çalışmadığımız zamanlarda kızar ve “Öğretmen olursunuz inşallah da görürsünüz gününüzü.” derdi.
Bu meslekten hayatımı kazanmaya başladığım 2010 yılından bu yana geldiğim noktada kızdığım birine “Gazeteci ol da gör.” diyesim geliyor. Bu cümle her dilime geldiğinde de matematik öğretmenimin serzenişini hatırlıyorum.
Bugün Basın Bayramı imiş a dostlar.
Sözüm ona sansür kaldırılmış da, o günün anısına basın bayramı ilan edilmiş.
‘Lafügüzaf’ derler eskiler, yani boş söz. Hatta böyle bir şarkı sözü de var; ‘Lafügüzaf hepsi fasarya' diyor.
Geçen hafta benzin fiyatları arttığında sosyal medya hesabımdan, ironili bir dille, “Ben nasılsa 50 Liralık benzin alıyorum diyenler, nasılsınız?” diye paylaşımda bulundum.
Aman Yarabbi; bir yaftalamalar, bir etiketlemeler, az kalsın Kemal Kılıçdaroğlu ilan edilecektim.
Ya hu birader, ben gazeteciyim. Varlık nedenlerimden biri tespitte bulunup dile getirmek. Kaldı ki, hayat pahalılığını tespit etmek için gazeteci olmaya da gerek yok, her şey ayna gibi ortada.
Paylaşımımı üst notadan eleştirip AK Partililik devşiren birine de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın memur zamları öncesinde yaptığı konuşmayı hatırlattım: “Vatandaşımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz.”
Demek ki enflasyon var ki, ezdirmeyeceğiz dedi.
Kraldan çok kralcıların sosyal medya paylaşımlarımız üzerinden cadı avına çıktığı bir dönemde, 100 bilmem kaç yıl önce sansür kaldırıldı diye bayram kutlayacakmışız. Pehhh…
Dedim ya, lafügüzaf.
Eski çamlar bardak oldu birader…
Yazmak çizmek dışında bir de PR işlerini yapmak, hiç olmaması gerektiği biçimde akçeli işlere bulaşmak zorunda kalan gazeteciler, her şeyden önce ekonomik sansür altında ezilirken, neyin bayramıdır kutlanan; anlamak zor.
Türk basını çehre değiştirdi, evet.
Ama değişen çehresi dijitale ayak uydurmasından kaynaklı değil, basın çalışanlarının aynı zamanda reklamcılık yapmaları zorunda kalmalarından da ileri geliyor.
Gazeteci dediğin haber kaynağı ile akçeli işe girmezdi hani birader?!...
Biz fakültede iken, gazetecilerin firmalardan promosyon kalem almasının bile etik problem olduğunu tartışır idik.
Aradan 10 yıl geçmeden promosyon kalem almak bir yana dursun; “Ben senin haberini yapıyorsam bunun da var bir karşılığı, sütunu da dakikası da bu kadar.” noktasına nasıl geldi bu işler, hayret... Keşke başka iyi işlerde de bu kadar hızlı davransak be birader…
Yaygın medya ajanslarının basın sektöründe alışkanlık haline getirdiği bu düzen, haber kaynakları nezdinde mesleğin itibarının sarsılmasına neden olduğu gibi, direnen küçük bir grubu da dipsiz bir yoksulluğun pençesine itti.
Gelinen noktada, ay sonunda ödenmemiş faturalarla baş başa kalan her gazeteci bir gün o olmaz yola düştü ve ‘gazeteci miyim PR’cı mı, gazeteci miyim kurumsal iletişimci mi?’ ikilemi ile boğuşmak, boğuşmaktan da öte ikilemde kaldığı şey olmak zorunda kaldı.
E ama ne yapacaksın, 'ekmek parası' değil mi birader?...
Bir meslektaşım, bugüne dair yazısında, “Gazetecilerin mesleğini sevmek dışında bir motivasyonu kalmadı.” demiş.
Öyle sevgimi olur be birader; neyi sevdiğimiz bile belli değil artık; bir muğlaklık, bir grinin 50 bin tonu halleri...
Mecnun bile Leyla’nın suretini görmüş de, ayan beyan gördüğü o surete ulaşmak için çabalamış.
Bizim gördüğümüz suret ise bulanık; neyiz biz, varlık nedenimiz ne, birilerini rahatsız etmek için mi buradayız, az buçuk kamu görevi mi ifâ ediyoruz, tespitlerimizi mi aktarıyoruz, halkı mı bilgilendiriyoruz yoksa sadece akçe kazanabileceğimiz alanlarla ilgili bilgiyi bir yerden alıp bir yere mi taşıyoruz?
Gördüğümüz suret bulanık olunca, hisler bulanık, biz bulanık… Böyle sevgi olmaz, olsa da kalmaz...
Gel de şimdi bu gri alanda, bu sevgisizlikle bayram kutla be birader… Halbuki bayram dediğin, sevgi ile neşe ile yan yana gelen bir zaman dilimidir...
Bu vesileyle, matematik öğretmenim Hüsnü (Kayandan) Hocam başta olmak üzere, hocalarıma selam ve saygılarımı iletmeyi borç bilirim.
Alayınızın, Yalancı Basın Bayramı mübarek olsun…